maskeli allâme

maskeli allâme

29 Aralık 2012 Cumartesi

TARİFSİZLİĞİM 3



Bazen uzun uzadıya yazmaya gerek yoktur, kısa bir cümle bile anlatır aslında herşeyi...



Kaçamak, kaçamak ona bakmak, suya bakmak değildi belki; ama ona bakmak, herşeye inanmaktı...

28 Aralık 2012 Cuma

TARİFSİZLİĞİM 2


Onu görmek yetmez ki onun gördüğü gibi dünyayı görebilmek yada onun gördüğü gözlerin baktığı yerleri arşınlamak belki kafi gelirdi. Baktığı yerdeki kırk yıllık bereketi anlatmaya tariflerim yetebilirmi ki?

Tarif etmek zor içimdeki tarifsizliği her anında onun bir parçasının dünyaya kazınmış olduğunu öğrenmek ve bu öğrenmenin bitmeyişi değil mi onu her zaman daha fazla özlememin sebebi. En yakınında olduğunda dahi o kadar uzak kalabilmesi yahut bir sigara dumanındaki akislerin onun ismini gökyüzüne karalaması. Sizofrenik hayllerimin hepsinin onun cevresindeki dünyayı kapsaması ve her gece onunn rüyama girmesi için erken uyumamam ve rüyalarıma gelmeyince ani ataklarla yataktan fırlayışlarım. Gözlerinin gökyüzündeki yansımalarını görebilmek için yada rüzgarla dalgalanan kokusunun bana ulaşabilmesi için bilmediğim mekanlarda onu aramak, onu sormak her köşe başında...

Tarifsiz, anlamsız ve çoğu kez sebebini bilemediğim bir acının tarifsizliği ile boğuşmalarım hasretimi tuza banıp yedikten sonra bir gece yarısı su aramak gibi. Ağzımı her o suya dayadığımda aklımın binlerce köşesinden bir anda fırlayan hayaletler gibi odama doğması.

Çoğunuza anlamsız gelen bu duygunun bir zamanlar bana anlamsız gelmesinin damağımda bıraktığı acı tat ve bunlar gibi tarif edemediğim binlerce hissiyat ve bir dostun dediği gibi onu görmek çarmıha gerinmiş an kadar milatken bu hisleri anlatamamak. Zor, çok zor, hatta zordan da zor...

Ne anlatıyorum ben ya kendimin anlamlandıramadığı, kelimelerimin yetmediği, dilimin dönmediği zamanlar kime ne anlatıyorum ya. Şunu bilin okuyucular benim gibi anlatmaya çalışmayın çünkü böyle bişey anlatılmaz, anlatmaya çalışırsan da kardeşin gibi saçmalarsın...

Aşık olan herkez için gelsin bu parça....


25 Aralık 2012 Salı

TARİFSİZLİĞİM



Biliyorum bir çok şiirime yazıma konu olacaksın ve bir çok gece uykularımın geri dönmeksizin kaçmasına sebep olacaksın. Duygularımın manalarında ben her geçen gün biraz daha boğulurken sen duyglarımın dahi hükmedemeyeceği bir yerde olacaksın. Yüzüne doğru düzgün bakamıyorum sadece gözlerin kazınıyor her saniye aklıma ve önümde kanlı canlı duruken bana en uzak menzilde oluyorsun. Kanatıyorsun git gide artan bir tarifsiz kelimeyle. Tarif edemediğim edebilmeye kelimelerimin yetmediği bir duyguyla hükmediyorsun gönül krallığıma. Kimsenin giremediği bazılarının ise girmeye tenezzül bile etmediği bir krallığın tac giymemiş efendisi olmak belkide senin gurur duymayacağın bir şey şayet bunun farkında olsan tabi.

Platonik aşıklara her gün acıyarak bakmam belkide şuan yaşadıklarımın günahıdır yada bu günahım için şuan cehhenneme girmeden yanmanın acısı ile sevinç çığlıkları atmaktayım. Her sigara yakışımda senin içine çektiğin havadan mahrum kalmak bile yetiyor bana yada her gece karanlığına baktığımda gözlerinin belirmesi yetiyor kalbimin kat kat artan çırpınışlarına ve şuan beni bu şekilde tarumar ederken sen yatağında benden habersiz güzel bir uykunun içine düşmüş olabilme ihtimalin ve bu uykunun içersinde bir an dahi olsa senin rüyana girebilmenin umudu var ya. İşte o umut bile kırk yıl bela yağmurunun altında dolaşmam için bir nedendir.

Evet haklısınız saçmalıyorum, saçmalamamın en mantıklı sebebi sen iken saçmalamaktan gocunmuyorum ve ben seni sevebilme ihtimalini sevdim cümlesini ilk defa bu denli kanıksayarak geceye haykırıyorum. Seni anlatmaya kelimlerim yetmiyor yetse dahi ömrümün bu denli uzun olacağını düşünmüyorum. Keşkelerle yaşamaktan bıkmış olan ben bir kez daha keşkenin katı zulmünde olmaktan galiba mutluluk duyuyorum. Yarın da gözlerinin içinde kaybolmak ve belki bu kayboluşumdan etkinlenmen için bir an önce sabah olmasını bekliyorum uykunun haram olduğu şu saatlerde senin cismini beynime kazıdığım için kendimi suçlu hissediyorum ve bu suçumla kendimi saçlarının parmaklığını , gözlerinin bekçiliğini üstlendiği mahpuslukta tek başıma mahkum buluyorum ve tek isteğimin müebbet yemek olmasını diliyorum.

Sensizliğin hükmündeki bir gecem ve bu gecedeki hayal perdem iyi uykular....

13 Aralık 2012 Perşembe

Kalabalık Yanlızlığım



Gölgelenmişti bir kere masum yüzlü ay dede ve günahkar kılılmıştı sisli gece. İnkar etme şansları olmadan ve de kendilerini savunamadan idam sephasına götürülmüş ve tez elden idam edilmişlerdi karanlıkların prensine ve pres aldı onları yeniden diriltti. Ay dedenin yüzünü karartıp şekilsiz bir vaziyette korku salması için koydu insanlığın tepesine ve gece hırçın bir karanlıkla tekrar örülmeye başladı.

Bitmişti aslında fakat ben algılayamamıştım. Soğuk ve sıradanlaşan dünyadaki değişimleri teker teker atlamıştım çünkü yanlızlığa o kadar alışmıştım ki masum bir sarılıp yatmayı aşk sanar olmuş fakat rüyalarımdaki kadınları gerçek sanarak uyanmıştım. Sirayet eden umutsuzluğun beni, akılalmaz sizofrenisinde yapayanlız bir kalabalığı oynamak zorunda bırakmış ve ben hiç zorlanmamıştım. Aksine bu o kadar hoşuma gitmeye başlamıştı ki gerçeklerin soğuk ve sıkıcılığını kenara itip yalandan dünyamı gerçek sayar ve sözde mutluluklarla yaşayıp gider olmuştum. Ta ki iki gece önceki kabusun uykularımı idam edişine kadar...

Uyuyamadan yaşıyordum ve aslında ızdırapların en büyüğüymüş gibi geliyordu. Tüm lezzetlerini sanki bir çırpıda silmişti hayat. Yalanların tatlı buseleri ile uyuyakalmak, gerçeklerin zalim kırbaçları ile yaşamak arasında seçim yapmam zor olmamıştı fakat artık ortada bir seçimden çok mecburiyet kalmıştı.

Uyuyamadan ayakta kalmak. Zorların belkide en zoru şeklini alıp karanlık suların sonu gelmeyen anaforlarında yüzlerce kez boğuyordu beni ve daha canım yeni çıkmışken hayatı tekrar bahşedip tekrar ölüme sürüklüyordu, tekrar, tekrar, tekrar... Zavallı prometheus diye başlayan tüm cümleleri lügatımdan çıkarmaya karar vermem işte tam bu ana tekabul ediyordu. Prometheus zamanın mitolojik yardımcısı, insanlığın dostu ve tanrıların ateşini insanlığa ulaştıran zat. Cezası benden farlı değildi belkide bundan ilgimi çekiyordu bir çok mit. Birilerinin, bir zamanlar uydurdukları yada türettikleri kültürel mitolojiler bu kadar birbirine benzerken acaba o zamanlardanda biri benim gibimiydi.

Buna cevabım keşke süphesiz olsaydıda kendimi yalnız hissetmeseydim. Ne yazık, ne talihsiz insanın kendini yapayalnız hissetmesi. Bunca sürüklenen kalabalıklara inat...

12 Ekim 2012 Cuma

Kurtuluş



Zamanın kumları ağır ağır saatindeki yerini alırken peyda olacaklardan habersiz düşmeye başlamışlardı ve o an gümüş kemerli kader oluşumunu tamamlayıp yeni bir adamın hikayesini yamaktaydı. Yorgunluk, uykusuzluk ve benzeri birçok özellik yüklendi ve dünyaya fırlatıldı adam. Gözünü açtığında dokuz dallı her dokuz dalın ucunda doksan adamlı bir  çevrede buldu kendini. Tiksinerek bakarken gökdelenlere ağzı bozulurdu sıkı sık. Kahve içerdi kaharan karalığında, sigarasını eksik etmezdi iki dudağının arasında ve gönlünde aynı terane ile boğuşur dururdu... Yalnızlıkla.

Hiçkimseyi küçümsemezdi , defalarca kez küçümsensede. Eleştirmezdi yerli yersiz, sayısız eleştirilere göğüs gersede. Açmazdı pencerelerini kalbinin bir başka kişiye yada bir zaman öyle zannetmişti keyfiyyetsizce. Fakat bir gün gümüş kemerli kader olmayanı yazdı. ağlamaya başladı bir gün adam yağmursuz hatta bulutsuz bir günde toprağı ıslattı saatlerce. Sıkıldı kalktı bir süre sonra yavaş yavaş gülümsemeye, beceremedi tabiki asla beceremediği gülümsemeyi bir kez daha. Yanan canının yanma sebebini öğrenmeye tenezzul bile etmedi çünkü bilinen şeyler kılavuz istemezdi öyle demişti günün birinde yaşlı bir adam.

Her şey gecici bir hayata anlam verirken o sabretti, bekledi güneşin boz tepelerden doğup tüm karanlığı aydınlatmasını. Bekledi gözlerinin aydınlığa merhaba deyip kendi kasvetini görmesini. Sıcaklık artmaya başladığında bir taş hissetti yanında, ayağında bağlı ve aşağıya düşmeye kararlı, bakıp sordu kadere neden diye bir kez daha ve cevap alamadı son sözlerine birdaha. Ne zaman konuşursam sessizliğe doğru bakıyorum diye düşündü ve tekmeledi taşı, soğuk suyun altına doğru yavaşça kayarken, bir sebeb aradı. Boşver dedi sessizce ve tek başına uğurlandı...

27 Haziran 2012 Çarşamba

Umudum ve hayalim sadece seninle daha fazla sevişmekti...




 ... Işıksız bir günün mutsuz akşamıydı o gece. Hatırlamazsın, bunun yazıldığının dahi farkında değilsin. Tutsak bir geceye yelken açmıştık, o zaman aklımdan çıkmayacakmışcasına kilitlenmişti bana. Kapıdan girişini duyar gibiyim, İçeriye doğru yavaş adımlarla süzüldün. Masamda boş bakışlarla oturuyordum ta ki gözlerim senin gözlerinle buluşana dek. Alevlerle yanan bir çift kuyu gibi bana bakıyordu içime, o en hayvani en yaşamsal bölgeme. Bir saldelye çektin tahta parkeleri gıcırdata gıcırdata, hiç huyun olmadığı halde tersten oturdun sandalyeye, kollarını bağladın ve bacaklarnı sarkıttın o an Afrodid çıkıp gelse yunan dağlarından o denli şehvetle oturamazdı yada Diana gelseydi Romadan o denli güzel duramazdı.

Bakışlarınla başlamıştı herşey hiç konuşmadık. Dudaklarım dudaklarınla birleşinceye dek hareket bile etmedik. Seni izlemek bile yetiyordu basit olan insanoğluna. Giydiğin kırmızı elbise bacaklarından yukarıya doğru seni okşarken bile kanım çekiliyordu. Bir anda o kıvrak vucudunun bir insanoğlunun yapamayacağı kadar kıvrıldığını ve benim sandalyeme geldiğini hatırlıyorum, geriye kalan ayrıntılar fasa fiso. Saçlarının göğsüme değdiğini hissettim, ateşim artıyordu ve o an emindim ki senin ateşinin de eksik yanı yoktu. Yavaşça ve tadı çıkarılır bir vaziyette gömleğimin düğmelerini çözmen gerekirken sen bir çırpıda aceleci olmadan fakat şehvetin doruklarında olabilecek bir sertlikle gömleğimi parçaladın. O an bacaklarımda hissettiğim vucudunun ağırlığı hafiflemekte ve boynunun en ücra köşelerine kadar sürdüğün parfümünün kokusu burmunda egemenliğini ilan etmekteydi. Başımı tuttun ve boynuna dayadın. En izzetli adamın bile dayanamayacağı bir güzellikten kendimi mahrum etmedim dudaklarım boynunda alevlendi ve giderek artan sıcaklıkla nefesimiz camları buğuladı.

Ellerin göğsümden kayıyordu tıpkı elbiseni omuzlarından aşağı kaydırdığım gibi. Vucutlarımızda ki tüm ölü hücreler o an can buldu ve birleşmek için kendilerini parçaladı. Biz ise aceleci olmadan birbirimizi sonlara götürmeye başladık. Dudakların göğsümde dolaşıyor ellerim ise göğüslerinde dile geliyordu sanki. Duyarşızlaşmıştım artık hangi vucut benim hangisi senin ayırt edemiyordum. Seni kucakladım dudaklarım dudaklarını tadarken ufak kanepede bulduk birbirimizi çırılçıplaktık, cennetteymişiz gibi. Oysa o ateş sadece cehennemlikti.

Nefesim gitgide hızlanırken seninde beni okşaman o denli artıyordu artık kafeslerine sığmayan iki kuş gibi çırpınıyorduk. Zaman, mekan ya da hikayelerde ve romanlarda olması gereken ne varsa kaybolmuştu sadece sen ve ben vardık. Hızlanıyorduk kızıl saçlarının her sağ sol darbesinde biraz daha hayvanlaşıyorduk. İnsanlığımızı soyutlayıp iki ilkel canlı gibi birbirimizle sevişiyorduk tüm duygulardan arınmış saf bir şehvetle. Terim bacaklarından akıyordu, bense sırtından terini içiyordum kana kana, günlerce susuz kalmış bir çöl bedevisi gibi. Nihayi bitime ramak kala çığlıklarımız yankılanıyordu odanın kubbesinde artık ikimizde aynı olmazdık birbirine içiçe karışmış iki bedenin buluşmasını yaşayan ve masum olmayan ruhlardık...

Herşey yıllar kadar uzundu fakat gidiğin çok ani, çantanı aldın rujunu tazeledin ve çıkıp gittin. Buğulu camlara elinle yazdığın hoşçakal bile su olup akmaya başladı. İşte o an zaman yılları kovalasa o kadar cabuk geçmezdi ve o an beni öldürseydin bu kadar canım acımazdı belki.

Umudum ve hayalim sadece seninle daha fazla sevişmekti...

7 Haziran 2012 Perşembe

Yalnız Adamın Günlükleri 4

Sabah oldu, bir çırpıda... Ne yazık. Çok güzel olmasa bile yeteri kadar güzelliği gözümüzde canlandıran gece epeydir ölü bir vaziyette yeniden doğuşunu bekliyor. Yalnız adam ise yeni ağarmış günün pejmurde anlarıyla ilgilenmeden güne küfrediyor ve yaşamak zorunda olduklarını yaşamak için uykusuz bir vaziyette yatağından doğruluyor. Bu hareketi uyuduğunun belirteçi değildir ha yanlış anlamayın, sadece uyumak için girdiği yatağını kendine düşünce mezarı haline getirip bir çin işkencesi tadında geceyi bitiirdiği anlamına gelir. Evet tadında çünkü hayat onun için lezzetlerden oluşma bir hengamedir ki bu lezzetlerin hiçbirinin çok tatlı olduğu söylenemez hatta hepsi rezilce iğrençtir.

Kafasını kaldırdığında iki ufak kanadın pervasızca çırpınışlarını duymak için kulak kesildi ve pencerenin perforjelerine baktığında minicik bir serçenin gece başından beri yağan ve dinnek bilmeyen sert yağmurundan pencersine sığındığını gördü. Serçecik bir demirden diğerine atlıyor ve odanın içini süzüyordu sanki bu odanın penceresine yıllardır konuyormuş ve rutin bir kontrole geliyormuş gibi. Yalnız adam serçeyi izlemeyi sürdürdü ta ki serçecik bu yıkık odanın manzarasında bıkıp kendini özgür dünyasına doğru kanat çırpmaya zorlayıncaya dek. Yalnız adam da bu özğürlüğe uçuşu takdir edercesine serçeciğin peşinden gurula baktı ve başını öne eğdi. Yıllardır hiç dinlenmemiş gibi çöktü başı ve kıpırdayamadı uzun bir süre. Mor halkalı ela gözleri odanın içinde akşamdan kalan yarım sigara paketini aradı ve yatağın yanında ki dede yadigarı komodinin üzerinde yalnız adamın elleriyle birleşti yarım paket sigara. Kısa bir sevişme gibiydi yalnız adamın sigarayla olan merasimi...

Merasim çabuk bitti, yalnız adamın istediği kadar çabuk alışkın değildi belki bu denli kısa seramonilere, öncelerini hatırladı sigara paketine uzanırken gerilirdi ve yavaşça işaret parmağının üstüne vururdu paketini, bir dal sigara yavaştan kayardı aşağıya doğru ipincecik bir kadının ayak bileğine dokunur gibi çekip çıkarırdı sigarayı yavaşça ağzına götürür ve yakmadan önce kuru tütünün kokusunu tadardı. Sigarayı ağzından alıp tekrar bakardı ve aynı yavaşlıkla geri koyardı uzun uzun ateşler ve ilk derin dumanını gökyüzüne doğru basitçe bir kibirle üflerdi bundan sonrası ise yavaş gelen ölümün ayak sesleri gibi çıtırtılı ve yavaştı. Şimdilerde ise sadece beyninin yorgunluğunu alması için çabucak bitirilen bir nesneydi onun için.

Yalnız adam sigara içmeyi bile unutmuştu çoğu güzel yaptığı davranışlarını unuttuğu gibi alışkanlıklarının üstünede bir çarpı atmıştı. Şimdilerde geçen günler anımsamak için odasının duvarlarına çentikler aıyordu kararı odasını çentikle doldurduğu gün ölmekti ya tanrının eliyle yada kendi imkanları ile.

Odada artık çok az boşluklu duvar vardı...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yalnız Adamın Günlüleri 3

Bir gece nöbeti daha başlamak üzereydi. Vakit olması gereken zamanı temsilen duvardaki saatte şeklini alıyordu ve bir geceden beklenen her şey vardı. Dalları hafifçe birbirine çarpan ağaçlar, titrek gece kuşu sesleri, arka mahallelerdeki kedilerin çok sesli olmayan miyav sesleri ve ürpertici bir gece karanlığı, aysız ve yıldızsız. Hali hazırda kendime baktığım zaman ise hiçbirşey kaybetmemişim önceki zamanımdan yine yalnız ve yine efkarlı bir vaziyeti hal vuku bulmuş bedenimde.

Sessiz düşüncelerimin ardı arkası kesilmeyen çığlıklarına karışıyordu sönmeye yakın olan sigaramın dumanı. Darmadağın saçlarımın anlatmak istediklerine dilim varmasada kendileri  zaten belli ediyordu umarsızlığımı. Aklımda ise karmakarışık bir giriftarlıktaki düşüncelerimin arasından senin güzel gözlerinin yansımasını bulmaksa zor değildi. Evet güzel gözlerin hala zihnimin en parlak köşesinde hatırlanmayı ve her hatırladığımda keşke dedirtmeyi beklemekteydi fakat artık kendime bir söz vermiştim keşke demeyeceğim diye. Bir insan ne kadar tahammül edebilirki kendine verdiği yalandan sözleri tutmak için, biliyorum birazdan bu sözümüde çiğneyip keşkelerle başlayan ağıtlarımı yakacağım ürpertici gecenin karanlık saatlerine...

Ne kadar güçsüz olduğumu yüzüme vurma hakkını sana tanıyorum bu sefer, haykır hadi... Sensizliğe tahammül edemiyorum, ben güçsüz bir adamın sana karşı kurduğum tüm kalkanlarımı çoktan parçaladım, Seni unutmak için kendime verdiğim dirayetsiz sözlerin hepsini yaka paça zihnimden dışarı attım. Şimdilerde ise yalnızlığını kabullenmeye zorlanmış bir adamın gurursuzluğu var yüreğimde. Her anında senden bir parça bulan ve bu parçaları birleştirip bir sen yaratmaya çalışan yeni nesil bir Doktor Frankenstay oluyorum ve bundan hiç şikayet etmiyorum.

Ohh... İçime çekmeliyim bu kapkaranlık gökyüzünün güneşe karşı verdiği savaşta ki yenilgisinin ardından oluşan kızıl vaktin zafer kokusunu. Aydınlığın bu kanlı zaferini bende kutlamalıyım ağaçların kendi el birlikleriyle kurdukları yeşil yapraklı zafer taklarının altında ve kendi savaşımın mağlubiyeti unutmalıyım bu gecenin sonunda nasılsa ertesi gece yine aynı manzara peyda olacak ve yine güzel gözlerine duyduğum aşk sonucu oluşan nefret duygusunu tüm damarlarımdaki kanda hissedeceğim ve artık yaşam sıvım vakitsizce öldürülmüş bir ejderin kanı gibi köpürerek yükselecek damarlarımda beynime ve yakıcı düşüncelerim deliliklerimi saflaştıracak. Unutmayla yaptığım müttefiklik yine mağlup edilecek ve sen düşlerime gireceksin...

Her zaman bu düşü keyifle izleyeceğim...


20 Mayıs 2012 Pazar


Bir boşluktan ibaretiz...Kalabalıklarda ki yalnızlığa var gücüyle koşan , var gücüyle yanlızlaşan, var olan , var olanı yok eden , var olanlardan yokolmayı seçen, basit yaratıklarız. Bir çok yol var hayatımızda ,önümüzde seçilmeyi bekleyen ama asla seçilmeyen. İçimizde ve ardımızda kalan , bitmeyen , bitse bile başka bi çıkmaz yolla birleşip sonsuzluğun soğuk hücrelerine bizi hapseden. Her yolun sonunda ki aynı çıkmaz labirent olan yalnızlık. Yalnızlıkla pençeleşen sakin bir kalabalıktır insan. Bir çok arkadaşı, sevgilisi, ailesi, akrabası, hilesi, hurdasıyla aslında yalnızdır. Yatağına döndüğünde başına yorganı çekince ya da sokakta insanlardan soyutlayıp beynini bir düşüncenin kıvrak pençelerine yakalatarak düşünmek lanetiyle uğraşan yahut sadece uzaklara bakan insanlarız hepimiz hayatımızın kısacık anlarında yalnızın yani sadece yaşadığımıza inandığımız zamanlarda.

Bazen insan başını kaldırıp gökyüzüne içindekileri kusmak ister hızlıca esen rüzgar eşliğindeki bulutlara yada uçmak ister tüm kainatın üstünde hızlıca bazen durur... bazen durmak ister, koşar yahut, tek derdi evine ekmek götürmek olur yada bu gün partide ne giysem... Bazen içmek ister, içer bazen , bazen zaten içiyodur ama farketmez, fark edemez. Yalnızlık denen korkunç ejdarhanın alevleriyle savaşmaya o denli dalmıştır ki aslında önünde yanan bir kibrit çöpüdür sadece fark edemez, algıları karışır, hissedemez duyguları kararsızlaşmıştır çünkü...

İnsan hep yaşar tek ve hür, yalnızbaşına... Zalim olur çoğu kez insanlığa ama en çok kendine zalimdir. Hep en çok acıyı çeker, hep terk edilir birileri tarafından, kalabalıklara karışır kendine duyduğu korkudan. Evet insan en çok kendinden korkar çünkü insan kendinden başka hiçkimseye en sadist duygularını açamaz yada gerçekten yalnız olduğunu itiraf edemez, en iyi yalanı kendine konuşur ve hiç bir doğruya inanmaz. Yaz sabahlarında hafif sam yelini, fırtınalı tipi gibi hissettirir kendine. İnsan kendine acımasızdır, kendini yalnızlaştırır.

Hep bir yola gider yolun biteceği umuduyla ama yol asla bitmez...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Başlıksız 2

dipsiz bir kuyu gibiydi güzel gözlerin

sonbaharın yaprakları sibi aheste dans ederdi saçların

ve özlem duyduğum kokun üzerinde

hala taptaze ve büyüleyici güzellikte


sanki bir akşam meltemiydi sözlerin

ılık ılık kulaklarıma varırken söylediklerin

kötü sözlerin bile muhteşem bir iltifat

ve ay gibi yüzün dünyada ki en güzel sanat


korkuyorumbir gün umulmaz bir şekilde gidişinden

korkuyorum beni bir gün terk edeceğinden

son günümdü yanımda olamamdan

korkuyorum içimde bir parça hicran ve ardımda sen giderken


umudun bittiği o an vardır ya hayatta

hani kıyamet dedikleri

senin gidişindir son alameti

doğmadan ölecek olan tüm umutlarım gibi


ne geceler ne gündüzler kar etmez artık

yiyip içtiğim öldürmez beni

seni giderken görürsem eğer

hayatımda seninle beraber gelecek

bedenim aheste toprağa giderken



Başlıksız 1


dur, gitme
gözlerine dokunamadan...
bırak buluşsun kalplerimiz birbiriyle
öylece ortada bırakıp beni, gitme.

sen benim baharım,
sen benim ruhumsun.
beni bu kasvetle bırakıpta
uzak diyarlara gitme.

sahipsiz kalırım gidersen
ağarır saçlarım, kararız gündüzler
sen bu biçim gidersen eğer,
yosun tutar gözlerim, ölür tüm çiçekler.

dur gitme,
kuşlar ötüşecek daha üstümüzde
gidersen;
sararacak o çok sevdiğin fesleğenler
dur gitme, ölecek tüm sevenler...

13 Nisan 2012 Cuma

Yalnız Adamın Günlükleri 2

Kan çanaklarını biraz aralayabilidim sonunda, zor oldu ama oldu. Bu uykusuzluğumun beşinci gecesi belkide altı anımsayamıyorum. Karışıyor herşey dünya , günler, fikirler ve hayatım. Nasılsın sorusuna bombok diye cevap verirsin ya işte o vaziyetin katlarında bir hali canlandırıyorum hayat romanında. Dünden kalma bir ton fikir kafamı yeterince eziyor. Bunun üzerine katlamalı olarak artan telefonlar ve çevremde ki insanlar. Anlatıyorlar sürekli dertlerini sıkıntılarını. Yüklüyorlar heybeme kendi yaşantılarını. Artık taşıyamıyorum bir mide bulantısı geliyor artık kendimin sıkıntılarını atlatmakata dahi zorluk çekerken zamanın hızlı işleyişi altında birikenler zaten yeterince yaşlanmamı ve ruhumun orospulaşmasına yeterken bir de hayatımın üç kadınının dertleriyle uğraşmak. Off ne zor işmiş arkadaş insan olmak. İnsandan kastım dışarda gördüğünüz homo-sapiensler değil onların sadece adı insan. Onların resmi üniformaları ve fizyolojik ihtiyaçları olmasa sokaka ortasında bileklerini kesmiş bir adamı hastahaneye götürmeyi bırak tenezzül edip 112 yi dahi aramazlar. İyilik nedir bilmezler daha doğrusu bilemezler nasıl bilsinler ki öğrenmemişler öğreten olmamış. Hep kin kusmayı ve şikayet etmeyi bilirler. Oysa ki insanlar biraz daha insan olsa benim gibi iyilik sever enayiler biraz daha azalır toplumda. İyilik sever enayiler kimmidir. Kendi dertlerini kenara koyup başkalarının detlerini dinleyen, Gündüz tebessümler saçıp gece hallerine ağlayanlar, başkalarının işini görürken kendininkini unutanlar ve hep dünyayı değiştireceklerine inananlar iyiliksever enayilerdir.

Yeter artık. Bu gün kapatacağım telefonu ve çıkmayacağım küçük hücremden. Dert değil ya sigaramda var ne güzel iki üç kadehte rakım ben bu günü kendimle beraber geçiririm. Dışardaki insanlardan an itibari ile ilişkimi kestim. Bugün annem hastalıkları için arayamayacak beni, kız kardeşim param bitti demeyecek bana ah bide şu nişanlım yokmu bugün arayıp hayatı bana zehir edemeyecek. O yüzüme gülüp ardımdan atıp tutanlar yüzüme gülemeyecek. Yalnızlıktan bıkmış üç beş adam bana karanlık ve kasvetli rüyalarını anlatamayacak. Beni bugün faşist sanmayacaklar.

Asıl umduğum şey ise bu gece uyuyacak olmam. Uykusuzluğun getirdiği halisilasyonlar bitecek bugun artık ufak adamı görmeyeceğim konuşmayacağım duvarla. İnanmayın bana bu dediklerimin hiçbiri olmayacak ben gene iyilik sever enayi olmaya devam edeceğim. Antidepresanlarımı kullanıp hayatımın 3 kadınının kasvetli yaşam felsefelerini dinleyip çözüm önerisi sunacağım. Eminim bunlar yüzünden bir gün bakırköyede uğrayacağım. Benin sevenler eğerki hala ölmediyseniz kapım size herzaman açık. Benden nefret eden ama bensiz yapamayanlar kapım kapalı olsada kırıp geleceğiniz için size bir maruzatım yok. İyi geceler ey fani dünya eğer böyle bişey mümkünse tabi...
er b

2 Nisan 2012 Pazartesi

Yalnız Adamın Günlükleri 1

Akşam çöküyor ufukların sırtına doğru, batan güneş abanıyor tepelere tüm ağırlığıyla sanki yıkılacak dünya bu hengamenin altında. Yavaş yavaş esmeye başlıyor akşam meltemleri, tatlı tatlı yalarken sokaktaki şırfıntıların saçlarını; birazdan tüm geceyi hükmü altına alacak karanlık, sert ve soğuk rüzgarın sinsi sinsi haberini veriyordu aslında. Anlayana! Ben malesef bu akşam bunu anlamış vaziyetteyim, bilirsin yazmaktan neredeyse vazgeçecektim fakat nasıl bir büyün var, nasıl bir sihirdir bu bilmiyorum beni yine bu kansere teşvik ediyorsun. Bağımlı bir esrarkeşten farksız sayılmam bu anlarda sanki tüm hücrelerimi uyuşturuyor ve sahte cenneti armağan ediyorsun bana, senin üstüne karalarken hayatımı.

Meraklanma, bilirsin maksadım seni kırmak değil sen benim yıllar önce kaybettiğim yaşama sevincimsin. Kirli ve tozlu hayat raflarına kaldırdığım kalbim gibisin. Yaşlı, yalnız ve soğuk. Her gelen üstüne birşeyler karalamış tıpkı bu gece ayın gökyüzüne karaladığı bulutlar gibisin ve her zaman ki gibi ayın gökyüzünü terkettği gibi beni terk edeceksin.

Birazdan başlar fırtına; bak, sırfıntılar kaçışıyor sağa sola anladılr tabi gelen bin başlı ejderi savurup kanatlarını gelecek birazdan ve kaçışacak mutlu insanlık hala sıcak sandıkları ve bu sıcaklığın hiç bitmeyeceğini varsaydıkları yuvalarına. Anlıyorsun beni değilmi? Hıh anlamazmısın kimbilir bunları sana karalayan kaçıncı yalnızım kimbilir.

Boz baykuşlar seslerini yavaştan duyurmaya başlıyorlar, beton direklerin üzerinde birazdan kopacak fırtınanın farkında olmaya bir iki serçe havalanıyor, çıkmaz sokaklar ıslanmaya hazırlanırken, evsizler kendilerine sığınacak bir barınak arıyor. Şehir bastırmak üzere olan kasvete hazırlıyor kendini bitmişliğin verdiği kabullenişle kabulleniyor yenilgiyi.

Bense tek başıma hala dünyayı değiştirecek Don Kişotlardan biri sanıyorum kendimi oysa ki ortada ne değirmen kaldı rüzğarla hareket eden ne de şövalyecilik oynayan hatırlı bir dost. Ben olsa olsa pinokyonun daha oyulmamış doğrucu kardeşi olurum. Sonsuza kadar bekleyecek ve oyulmayacak bir kardeş...

8 Şubat 2012 Çarşamba

Ölüm Meleği

Soğuktu. Kar yeni kesmiş çatılardan süzen sular donmaya başlamıştı. Ağaçlar homurtulu bir sinirle karışık, serzenişteydi. Masum bir kış akşamı tüm asaletiyle hüküm sürüyordu. Bir sessizlik peyda olmuştu karanlıkta kuşlar dahi bu sessizliğe boyun eğmiş gagalarını açmıyorlardı. Korkuları karanlığamıydı yoksa soğuğun iç ürperten vehameti onlarımı sarmıştı belirsizdi. Her şey bir belirsizliğin içinde adımı haykırıyordu. Bense uyanık olduğumu varsaydığım her günkü gibi bugünde uyuyordum. Kendimi ancak uyuduğumda kandırabiliyordum.
Belli bir vakitin ardından uykuda yeterli uyuşturucuyu sağlamıyordu açık zihnim her saniyede ayrı bir hüznün ve kederin ağrısıyla haykırıyordu. Boğuk sesim odamın kirişlerinde yankılanırken ben kanlı terler içinde doğmaya yaklaşan güneşin mevzisine doğru bakıp kulak kesiliyordum. Kulak kabarttığım ses duyuluyordu yavaş yavaş kulaklarım tarafından. Bilmediğim bir lisanın sesleriydi ama anlayabiliyordun haykırıyordu bana gel diye kuşkuşuz bu Ölüm meleğinin sesiydi. Bir vakit sonra kendi silüetini göstermeye başlamıştı simsiyah bir zırh giymişti üzerine mat bir parlaklığı vardı. Üzerinden tüten buhar öylesine fazlaydı ki tüm gökyüzünü bir pus kaplamıştı ve akşam güneşi kızıllığındaki gözleri bana bakıyordu tam içime doğru ve o an anlatmak istediği herşeyi anlıyordum, bilmediğim bir dili sanki 100 yıldır konuşuyormuşum gibi anlamlandırıyordum. Mavi elleri görünmeye başladı ölüm meleğinin bir çeşit altından zincir tutuyordu. Zincirler sanki ateşten kavrulmuş gibi siyahlaşmıştı ve akışkandı yere damlıyordu zincirler damladığı yerde ufak tefek ateş parçaları oluşuyor ve bir müddet sonra sönüyordu.
Aniden başını gösteren hayvana gözlerimi diktim daha önce hiç görmediğim ve 1000 yıl dahi yaşasam göremeyeceğim bir hayvan simsiyah bir gece gibi kanlı bir zombinin yapısında ateşten yaraları ve anlamsız yüz ifadesiyle beni süzüyordu sanki birazdan yanıma gelip etimi kemiğimden ayıracak ve hunharca etimi öğütecekmiş gibi. Bu vaziyette hissettiğim şey korku değildi. Ben evde elektirikler kesilince korkardım, arkamdan biri sert bir sesle bağırınca korkardım, yattığım yerde akrep görünce korkardım eğer korku bu ise benim hissettiğimin adı ne bilmiyorum. Tek bildiğim şey birazdan olacak olan şeylerin hiç hoşuma gitmeyeceği bir karınca bir leopardan kaçabilseydi belki bir şansım olabilirdi ama şansım yok ve şuan elimden gelen tek şey beklemek, bekleyip sonumun ne olacağını görmek…

22 Ocak 2012 Pazar

Umursamaz adam 4


Yine aynı gün of! Günler geliyor ve geçiyor hiç bir farklılığı, hiçbir değişikliği yok. Umursamazlığım sıkılmamla eş değer haline geliyor. Yoruluyorum gün geçtikçe, hiç bir şey yapmamaktan. Sessizlik kulaklarımda uğultu yaparken, yalnızlığımın kalabalığından kaçıyorum her geçen gün. Tiksindirici kokular geliyor burnuma bu sabah, Bir hayvan leşi var sanki bizim çıkmaz sokakta yada yine üst kattaki komşunun çöpünü dağıttı haylaz kediler. Ne ise ne çokta umrumda değil desemde bu iğrenç kokunun kaynağını keşfetmek beni oldukça cezbetmeye başlamışken bu keşiften kendimi alıkoyamadım ve üşenerekte olsa yatağımdan kalkıp koyu kahvemi yaptım. Sigaramı yakarak penceremin yanına doğru yanaştım sokağa baktığımda ise gördüğüm şey hayallerimin ötesine geçti. Bir adam vardı ve yaşıyordu , yürüyordu yavaş yavaş bir adamdan böyle bir koku gelmesine imkan yoktu. Nasıl böyle kokabilir insan diye düşünürken kendimi sokakta buldum ve bu hayret verici bir olaydır ki sadece haftada bir gün çıkardım odamdan. Adama doğru yaklaştıkça o iğrenç koku gitgide artmaktaydı, burnum artık başka koku alanıyor o iğrenç kokunun hükmü altındaydı sanki... Cesaretimi toplayıp adamın omzuna dokundum ama o dokunuştan sonra o elimi birdaha kullanabileceğimden dahi şüpheliydim. Adam ağır ağır yüzünü dönüyordu bana, benimse içim içime sığmıyor adamın yavaşlığı beni daha da çok meraklandırıyordu. İstemsiz bir korku duymaya başlamıştım sanki adam yüzünü dönünce hayatım değişecekti. adam yüzünü döndüğündeyse olduğum yere çakıldım kaldım. Adam benim nerdeyse ikizimdi fazlasıyla uzamış kirli sakallarını, darmadağın uzun saçlarını ve gözlerindeki mor halkaları saymazsak eğer. Adam konuşmaya başladı ama ağzından gelen iğrenç koku beni öylesine sarmıştıki hiçbir duyum çalışmıyordu. Bedeninden yükselen iğrenç kokuyuda bastırmıştı, ağzından gelen koku zorla duyabildiğim üç kelime vardı yalnızlık, öfke ve umursamazlık. Bu sözleri duydum ve gerisini hatırlamıyordum gözlerimi açtığımda adam yoktu. Koku beni bayıltmıştı. Ceplerime baktım herşey yerindeydi. Şaşkınlıkla karışık merak duygusuyla odama çıktım ve masamda bir kağıt gördüm. Elime alıp okumaya başladım, şöyle yazıyordu:

Öfkeliydim insanlığa ve kendime bu öfke beni yalnızlaştırdı. Kimsem kalmadı yanımda, onlar benden kaçınca bende onlardan kaçtım tek gözlü bir odamda yaşadım. Hiçbirşeyi umursamadım Kendimi bile bu umursamazlık zamanla beni benden alıp yerime farklı bir yaratık getirdi. Bu kağıt ne zaman sana gelirse anla ki ben yazmayı, okumayı unuttum sırf umursamazlığımdan olmuş bir şeydir bu. Benim kim olduğuma gelince ben senin babanım seni daha çocukken terkeden baban sana daha önce ulaştım ama cesaret edip konuşamadım beni affet oğlum, sakın benim gibi olma...

Ne konuşabiliyor ne de hareket edebiliyordum. Düşünemiyordum bile aklım tertemiz bir kağıt gibiydi, kakalakdım. O adam benim babammıydı sorusu aklımı yeniden çalıştırdı. Aman Allahım nereye gitti şimdi nasıl buldu berni, niye buldu ki. Umursamaz evet umursamaz bir adammış tıpkı benim gibi, öfkeliymiş, yalnızmış o adam benim babammış.

Çabukça kendini toparlamaya başladı umursamaz adam ceketini omuzlarına attı odasının kapısını kapattı ve gitti. Bir daha onu kimse görmedi...