maskeli allâme

maskeli allâme

25 Eylül 2015 Cuma

Şehrin sokak ışıkları

Tarifi için sözcük sarfetmeye gerek olmayacak kadar dünün aynısı bir günün şafağının bulutlu bir öğleden sonrasına kürek çekerken Zaman'ın Deniz'inin dalgaları bu sefer günün akıntısını üzerime çevirmişti. Vakit ilerlemekten azade sokaklar olması gerekenden daha pejmurdeyken. Günün ılık çayları ve bayat kahveleri uzun süredir uyumamış bedenimin yorgunluğumu bir nebze alabilmişti. Gözlerim Hakkı'yla görmeye başladığında kendimi bir pisliğin içerisinde bulmuştum. Yani yabancı olmayan bir resmin yine pastel kısmını oluşturuyordum korkudan mizah ölümsüz ruhumun ölümlü ve korkak bedenimin içerisine sığmadığı anlarken adımlarım sıklaşmış ve yağmur ılık ince halini kaosa dönüştürmüştü. İnsanların kaçarak kendilerine bir sığınak bulma arayışları boşunaydı zaten yeterince bela yağıyordu üstlerine bu hal böyleyken kaçmak niye.
Ellerimin titremesiyle insanların sosyal çözümlenmesinin beynimde bitişi bir anda oluvermişti. Zangır zangır titreyen ellerimin ilacı eczaneden değil meyhaneden alınan cinstendi. Hava soğumaya yakın bu ihtiyacımı gidermişken adımlarım köhne parkeleri arşınlarıyla devam ediyordu. Derken dadanan birkaç fahişenin isterdik el hareketleri ile yoğunlaşan arsız kelimeleri, rahatsızlık vermiyor sakin bir ninni gibi geliyordu. Sonrası herhangi birinin herhangi bir köhne odada ki nefesi kokan iğrenç ilişkisi. Midem bulanmıyor ve kendinden nefret etmeden kendimi sokağa atabiliyordum. Zihnim sanki sıradan insanlardan tecrid edilmişliğini kabulleniyordu. Günün bitişini izlemeye başlamak üzereyken ansızın çöken gecenin hükmü başlıyordu. Sarhoşların naraları ezan sesine karışmışken bir madalyonun iki yüzü yaşanıyordu şehrin sokakları günahkar ışıklı caddeleri ise medeniyeti temsilen sahte insanların ışıltılı pirzola tadı kahkahalarıyla şekilleniyordu. İnsan bu kadar sahtekarlığı Nasıl hazmedebiliyordu işte mid m bulanmaya ve tiksinmeye başlıyorum asıl yüzlerini bir kaç binayı önlerine set çekerek görmemeyi tercih ederken dalgalı bir Deniz kıyısında sahroşluğumun en gerçek tarafını yasamaya gidiyorum. Ey caddelerin ışıltılı sahte taş bebekleri size duyduğum nefret artık beni duyarsızlaştırıyor hadi en şaşaalı gülücüklerizi savunun ben günahlarıla zaten mutluyum...

11 Eylül 2015 Cuma

Kızıl güneşin aydınlattığı güzel bir günün ufkuna uyanıyorum. Vakit hayli erken, bir kaç serçenin canıma bıraktığı izin peşinde elimde büyükçe bir kupa kahve. Sabah yelinin keyfini çıkartarak karşı apartmanın üçüncü penceresine bakıyorum. Sırçası tertemiz, koyu kahve panjurlu sıradan sayılabilecek kimilerine göre fakat benim düşlerimin en başında yer alırken bir silüetin belirmesiyle ellerimde ufak bir titreme. Tüh! Yine düştü elimden kahvem, o silüetin güzel sesi sokağa yankılanınca. İsmini dahi bilmediğim bir türkünün ezgisi içerinde şen mi yoksa kavruk bir acının yeni yetme sevdasının türküsü mü bilmiyorum fakat her kelimesi onun dilinden döküldüğünde daha bir güzel görünüyor penceremden dışarısı. Derken fazla uzatmamak lazım lakırdıyı, malum işe gitmek gerek. Adımımı atıyorum sokak kapısından hafif ormanlık yola doğru, o sesi duyduktan sonra daha da efkarlı bir duman peyda oluyor sigaram da. Yüzümde hafif bir tebessümün çağrıştırdığı taze bahar sabahını içime çekiyorum ve yol boyunca o türkü kulaklarımda. Kelimeler çok tanıdık fakat bir türlü söyleyemediğim ezgi gün boyunca takılıp duruyor.

Zaman ilerleyip akşamı bulduğunda tebessüm ile yorgunluğum artıyor, derken bir sokak arası kahvesinde yorgunluğun demini çayla azaltırken o türkü yine çalınıyor kulaklarıma. Sesi öyle uzakta değil gibi yanımda, dizimin dibinde... Sağıma bakınca uzunca bir sokak, soluma bakınca bir kaç amcanın derin devlet muhabbeti. Hey sokağın ince muhabbeti... Çayımı bitirip sigaramı küllüğe bırakınca kalkıyorum, bir karanlık yolun en aydınlık tarafından yol almaya. Vakit hayli geç, yıldızlar daha parlak bu gece ama. Soğuk sayılamayacak kadar ince bir rüzgarın kulaklarıma fısıldaması bittiği anda yine o türkü yine onun sesi karşıda ki bir dağdan bahsediyor ama çözemiyorum bir türlü, yol boyunca kulaklarımda o ses, aklımda karşı aparmanın üçüncü penceresi bazen gerçek mi yoksa taze sabahın bir rüyası mı bilmiyorum ama seviyorum bu hengamenin sessiz  bir o kadar da masumane hissini...

9 Eylül 2015 Çarşamba

Ağırlığı giderek artıyor yağmuru tez canlı, güneşten yoksun gökyüzünün. Fısıltılar içerinden haykırışlara dönüyor dalgası denizin. Bir huşu zuhur etmeliyken katliamları başlıyor öfkelerimin. Gel zamanın git zamanında rastlaşıyor ruhlarımız bir kenar mahalle meyhanesinde içtiğim şarabın kırmızılığı kadar gerçek oluyor o an düşlerim. Bir hüzün şehrinin anne sevgisinde çağrılıyorum yüreğim kırık dökük aşkların güvencesinde. Anımın tadına varıyorum her bakışım ayrı bir coğrafyana denk gelircesine yılgınlığım zamanın yavaş işleyen tesirinde değil bu sefer, ulaşılmazlığının zirvesi puslu olmuyor. Bir dağın vakurluğunda bile değil belkide. Yahut sönük bir sigaranın akşam karanlığına dağılan dumanının kıvrımlarını izlerken keşfe çıkıyorum, acıtan sancıtan tüm güzel düşlerinde. Sonrasında kıyılara çarpmayı beceremeyen dalgalara bırakıyorum kendimi hani o denizin orta yerinde kaybolan cinsten.

Zerafetin beslendiği yerde zerdüştün ateşi var en kor haliyle, tehlike çanlarının sesi duyulmuyor fakat gülüşlerinin etkisiyle. Zaten avcının bir pusuda beklediğini bilseydi hiç salına salına dolanabilirmiydi erken zamanında öldürülen bir ceylan. Yada başına gelecek egzantirik ölüm halini bilseydi insan hiç bu kadar kalbi kırabilirmiydi. Geç farkediliyor bazen şairinde dediği gibi taşın daha doğrusu kayanın fazlasıyla can yakabildiği. Şairlerinde yüreği var diye bilinmiyordu evvelinden sonradan anlayabildik onlarında bizim gibi sevebildiğini. Ah pejmurde geçen zamanımın en güzel tan vakti ah sigaramın dumanının salındığı gece yarım ah koyu kahvenin telvesiz ama bi o kadar lezzetli tarafı karanlığa bu kadar mı yakışırdı gözlerin. Bir cisil yağmur eşliğinde bir şarkı olabilmeyi başarabilirmiydi sözlerin.

Boş kelimelerim gecenin karanlığı gibi bitmek üzere zaten boşuna konuşulur yüreğim kelamları söze girince iyisimi sen sanrılı sizofrenik laflarıma aldırmadan bu gece güzel bir uykuya gömül nöbet bekleyen fazlasıyla kuruntum var benim. Bir de unutmadan rüyalarımda saçlarını toplama sen dağınık daha güzelsin sen rüyanın tam orta yerinde belkide dünya üzerinde ki en realist gerçekliksin.

15 Haziran 2015 Pazartesi

YALNIZ ADAM ARINMA

Günün son fısıltıları ayıltıyordu adamı derin baygınlık halinden. Güneş krallığının ona tanıdığı hükümranlığı en sıcak haliyle tamamlayıp yerini gecenin tiranlığına bırakırken son rüzgar fısıltıları kulaklarına ulaşmıştı adamın. Zangır zangır sallanan kapının o an sizofrenik aforizmalarından biri olmadığı anladı ve kapıya doğru ağır ağır meylettiğinde acaba bu kim sorusu dimağını fazlasıyla meşgul ediyordu. Hal-i vaziyet olması gerektiği kadar perişan olan üzerini düzeltme gereği duymadan zangırdayan kapının tokmağını sağ tarafa doğru çevirerek kapının boşukta gerilmesini bekledi, Gıcırdayarak açılan kapı sanki asırlardın üstüne kapalı kalmanın verdiği yorgunluğu haykırıyordu.

Kapının ardı bu sefer özgürlüğe değil gözlüklü, küt saçlı, kısa boylu, kavruk bir adamı işaret ediyordu. Kimsin kelimesi kelpeten zoruyla çıkmıştı adamın ağzında zaten merhaba hoşgeldin tarzı kelimeler hem o an bir yabancıya denmeyecek kadar iyimser hemde adamın kendi literatürü için çoktan dil kurumunun kaldırdığı kelimelerdi. Genç adam ben Yalnız adamın yazarını arıyorum dedi ve karşılık beklemeye başladı. Bir müddet sessizlik hakim oldu bu ana konuşmadan birbirlerine bakıyor ve süzüyorlardı hangisinin tam ne aradığı belli değilken kelimeler yerine bakışlar daha çok cevap buluyordu sorulara, derken adam benim dedi arkasını döndü ve dökük sapsarı perdeli penceresine doğru ağır adımlarla yürümeye başladı, kahvesini soğuduğunu hisseden adam kahve yapmaya yönelirken kahve içermisin diye sordu genç adama daha kapıdan içeri dahi girmemişken. koyu ve şekersiz kelimeleri adamın kulağına yaptığı yolculuğu bitirdiği vakit genç adam pencerenin önüne kurulmuş ve az önce geldiği sokağı izlemeye başlamıştı.

Şaşkınlığa pek alışık olmaya adam iki kupa koyu şekersizi alıp pencere önüne geldi bir kupasını genç adama uzatırken pencereden dışarıyı seyreden iki adam aynı anda kahveleri yudumlayıp aynı anda savuruyordu sigaranın dumanını boşluğa. Az önce birbirlerini gören ve daha isimlerinden bile bi haber olunan iki adam için fazlasıyla samimi olduğunu düşündüler fakat asıl olan yalnızlıklarken aynı pisliğin kürektarları tanışma gereğini ne kadar hissederler belirsiz.

Adam bu hengame arasında az önce pencerede olan kadını göremez olmuş ve buna sıkılmışken canı başka bir meşgale arayan ruhunun ilacının genç adam olduğunu düşünmeye başlamıştı. Sessizliğin hakim olduğu ikinci saatin sonunda adam beğendinmi kitabı diye sorarak geceyi yaran bir yıldız ışığıyla bozmuştu sessizliği. Fazla karamsar ama  tasvirler ve çıkarsızlıklar insanı düşündürüyor. Hele ki çıkarsız aşk ilişkileri fazlasıyla sizofrenik bunları nasıl yazıyorsun onu merak ettiğim için aramaya başladım seni diyerek bakışları sokakta eli yarım kupa kahvede sözlerine son vermişti.

Şaşkınlık peyda olmaması gereken bir duygu diye düşünürken adam güzel çözümlemişsin diyebildi. Dedikten sonra ne saçmalıyorum diye düşünmekten kendini alıkoyamazken ikisininde farkettiği şey sadece konuşmak için konuştuklarıydı. Hafif tebessümlü yüz ifadeleri sokağın sonuda kaybolan bakışlarıyla farklı anne babadan olan iki kardeşim hükmüyle seyrediyorlardı etrafı uzun bir sessizlik periyodu daha geçiriyorlardı. Genç adam gençliğin verdiği apansız yetkiyle ben içecek birşeyler almaya gidiyorum özel istediğin bir şey var mı dedi. Adam sadece çocuğa yüzünü çevirebildi, coçuk cevabı beklemeden çoktan çıkıp gitmişti. Farklı bir maceraya gebe gecenin sonunu merak etmeye başlamışken adam hala aynı katın aynı penceresine gözlerini dikmiş kesif bir şekilde pencereyi izliyordu, belki kelimeleri literatürün had safhasında...

19 Mayıs 2015 Salı

YALNIZ ADAM KIRILMA

Bir anda gözleri açıldı adamın. Şiddetli bir şimşek patlamasının gökyüzünde uyandırdığı ani ışık hüzmesi misali. Geç kaldım diye düşündü evvelden henüz bir bacağı kırık olan masanın üzerinde ki saatine bakmadan. Derinden gelen ezan sesini duyunca ferahladı daha yeni sabah oluyordu, gün henüz uyanmıştı daha sabahlığı giymeden adamın üzerine gelmişti günün ilk ışıkları. İşi yoktu yahut yetişmesi gereken bir toplantı, eski arkadaş buluşması yada öyle bir şey. Tek derdi o an kahverengi, kirli kapıdan hayatına giren kadını bir kez daha görebilmekti ki bu anın düşüncesi dahi yıllardır hissetmediği bir heyecana sebep oluyor adamın kanını kaynatmaya fazlasıyla yetiyordu.

Bir kaç saatlik uykunun verdiği mahmurluğu üzerinden bir an evvel atabilmek için her günün değişmezi niteliğinde ki koyu kahvesini yapmaya meyletti, güneş henüz perdeleri ısıtmamışken. Kahve yapıldığında ilk yudumuyla beraber güneş çatılarda sevişmeye başlamıştı, bir sigara eşlik etti bu manzaranın lezzetini yaşarken adama. Pencerenin kenarına tüm vücudunu dayayarak karşı apartmanı süzmeye başlamıştı. Kahvenin her yudumuyla başka bir ayrıntı gözüne çarpıyor ve daha önce hiç dikkatini çekmeyen kirli beton yapı onun için estetik bir hal almaya başlıyordu.

Beton ve estetik kelimelerinin düşüncesinde bile bir araya gelmesi adam için fazlasıyla ütopik olsada bildiği şey o kadının o apartmanda olduğuydu. Düşünceler dimağında yerlerine oturmaya başlamışken kadın 4. katın penceresinde görülmüştü. Oturmuş düşüncelerin herbiri ilk okul hocasının derse girdiği an gibi ayaklanmış ve şiddetli bir heyecana sebep olmuştu. Kahveyi tutan parmakları titremeyle boğuşurken gözleri yanından boncuk haliyle bir kaç damla ter akmaya başlamıştı.

Yeni uyandığı her halinden belli olan kadın kırmızı bir sabahlıkla penceresine dayanmış sokağı izlemeye başlamıştı. Onun da elinde bir fincan vardı. Adam kahve olma ihtimalini geçirdi aklından. Fakat düşünmek bile beynine ilan ettirdiği sansür döneminin en büyük suçuydu ve idam edilmeliydi. Kadının makyajsız yüzü güzelliğini arttırırken dağılmış saçlarının karmaşıklığında adamda karmaşaya sürükleniyordu. Fincan belli aralıklarda rujsuz dudaklarıyla öpüşürken adam o an o fincan olmak istiyordu. Sokağı izleyen kadının ara ara gözleri kısılıp uzaklara dalıyor ara ara yanaklarında hafif bir tebessümün çizgileri yer alıyor ama her anında donuk bir ifadeyle sokağa bakıyordu.

Adamın kalbi hızlı çarpışlar içinde terle boğuşurken kadını izlemeyi asla bırakmıyordu. Bir putperest edasıyla en güzel saneme tapınıyordu adeta. Derken kadının donuk gözleri ani dönüşle adama dikildi adam taş kesildi anında, kalbi dahi atmıyordu o an hayatının durduğunu ve zamanın kırıldığını hissediyordu. Kadının üç saniyelik bakışı adam için 3 asır uzunluğundaydı. Kadının donuk gözleri adama takıldığında hiddet ile karışık neye bakıyorsun edası sergilendikten sonra kadın camdan anında kaybolmuştu.

Kahve yere çarptı, güneş gölge ile kapandı, sigara söndü, gözünün feri söndü... Sanki buzul çağı bir anda adamın odasında yeniden doğdu. Kadının bakışlarının sildiği binlerce düşünce anlamsızlık haline dönüşürken adam yere yığıldı. Bilinci yerinde fakat şaşkınlığın üstünde ki ağırlığı adamı eziyor ayakta durmasını imkansız hale getiriyordu.

Ne kadar zaman geçti belirsiz adam için çok uzun ama zaman için küçük bir an, kapı çalmaya başladı, yıllardır üstüne tek yumruk atılmayan kapı sanki yıkılıyordu... Adam öylece yerde kalıp kapıya bakıyordu, hareket edemiyordu.

10 Nisan 2015 Cuma

YALNIZ ADAM ÜRPERTİ

Issız sokağın çatırdayan hatıraları arasına karışmış bir kaç yırtık poşet çöp ve yığınla toz arasında ayakları yorgun parkeleri aşındıran meşgul insanların hengamesi içerisinde adamın bakışları delip geçiyordu sokağın ardına, dağ ve deniz zannettiği uzak kıyılara doğru. Bir öğlen sıcağından beklenen her şey vardı o an sokakta. Bir tek bizim adam yalnızlığının ona verdiği yetkiye dayanarak çıkamamıştı sokağa. Derken karıştı insanlık seli zamanın hızlı işleyen kısımlarına ve kaybolmaya başladı zaman insan kalabalığının arasında.

İlerleyen adımlara karışan hüzünler ayak altında çiğnenirken sahte gülüşmeler göklere çıkarılıyordu. İnsanların ellerinde krallığını ilan eden teknolojiler seyrini değiştiriyordu sevgi ve bağlılık denen ucubelerinin. Kimse düşmüyordu yere yada insan kalabalığından farkedilemiyordu düştüğü, herkesin bedenini yaslandığı sırça köşkün garantisindeydi yalnız tarafları.

Ah masumaneliğin yitip gittiği günün en güzel saatleri, ah özlemlerin karışıp çamura bulandığı toprak, telaşlı ve hıncahınç sinirle karışık rüzgarın yırttığı insan maskeleri derken fikrin savaşından çekip çıkarmıştı onu sokağın başında ki kırmızı elbise. Gözlerini daha derin açmaya çalıştı o an ve kenetlenmişti bedeni boşluğa vakit hızlı seyrini kenara bırakıp yavaşlamıştı birden ince topuklu ayaklarının bastığı her parke taşı şenleniyor yeşeriyordu adeta.

Gözlerini ovuşturdu ve dolu dolu bir yudum aldı soğumaya yüz tutan kahvesinden. Gündüz düşleri yeniden mi başladı diye sordu kendi kendine fakat rüya olamayacak  kadar güzel olan bir şeyin rüya olabilme ihtimali ile dimağını hiç yormadan gözlerini sokağın başına çoktan dikmişti. Kıpkırmızı bir elbiseye bürünmüş kadın ince topuklarıyla sokağın sesini kesiyordu bukle bukle saçlarını her savuruşunda rüzgarın başı dönüyor ve sağa sola çarpıyordu. Onun yürüdüğü yol kovalıyordu diğer insanları bal rengi gözleri kıskandırıyordu güneşi ve güneş korkmaya başlamıştı siliniyordu o şahane ışık hüzmesi. Hafiften pembe ruju ile buyukçe gümüşi küpeleri ve ayrıntılarına adamın dilinin dahi varamadığı vucut hatları arasında silinmişti sokak adamın gözlerinden ve efsunlu bir güzelliğin ele geçirdiğini hissediyordu bedenini.

Kırmızılı kadın sokak ortasında tam da adamın evinin karşısında ki apartmana meyletti kahverengi kirli bir demir kapıda kayboldu birden ve adam uyanmaya çalıştı kırıklı çıkıklı tam orta yeri bahar bahçe düşünden ve meraklı gözleri takılı kaldı kahverengi demir kirli ve o güne kadar duymadığı kadar sevgili kapıya...

9 Nisan 2015 Perşembe

YALNIZ ADAM UYANIŞ

Boğuk ve sisli bir gökyüzü altında gözlerini araladı doğru dürüst uyuyamadığı uykusundan, ayılmaya ve çevresinde olan biteni algılamaya başladığı sıralarda acıdığını hissetti içinin ve dışa vuruşları hoyratça olan anaforlu iç denizinin. Yatağı ucunda bir miktar oturdu ve bekledi günün süprizli vakitlerinin vucudunun saat kadranına yetişmesini. Ayağa kalkarken kemiklerinden çatırtı sesleri yükseliyordu sanki bin yıllık uykusunda uyanmış bir mumya gibi.

Perişanlık bakımından dünyada eşi benzeri olmayan odasına göz gezdirdi. Kırıklı çıkıklı bir kaç sandalyesi, üstü kirden ve rutubetten kararmış masası ve üzerinde duran tütün dumanının sararttığı kağıtlar bu pejmurdeliğe inat parıldayan bir kalem, dağınık yatağı ve perdeleri güneş ışığına mağruz kalmaktan bitap düşmüş kirli bir pencere önünde halinden gayet memnun bir saksı kaktüs.

Doğru dürüst uyumamanın verdiği yorgunluğun ağırlığı altında zar zor düşünebilme yetisini açık tutmaya çalışırken bir nebze olsun ferahlamaya acıkmış bir bedenin rahatlayabilmesi için en iyi ilacı icad eden bir bilim adamı vakurluğuyla bir kupa kahve yapabilmeyi başarabilmiş ve kirli penceresi önünden sokağa tenezzül dahi etmeden kaktüsüne bakmaya başlamıştı. Bazen sadece bakıyormu yoksa bir nefes süresi içerisinde hayatını mı anlatıyordu belirsiz. Bir bakış mesafesinden enteresan hayallerini ve çıkmaz aşklarından mı bahsediyordu da kaktüs kendini zorlayıp habire diken atmaya çalışıyordu o da belirsiz. Dışarıdan görünen sadece kalbur üstü deliliğinin zirvesine erişen bir adamın nirvanasıydı bu sahne.

Kahve bitmeye yakın bir sigaranın eşliği ile içinde ki tüm kasvet bir anda sigara dumanına karışarak odayı kaplamıştı. Pencerenin kiri sebebiyle zar zor içeri girmeye çalışan güneş ışığının altında bir vals gösterisini aratmadan dans eden dumanın görselliği mutlu ediyordu o nu ki hızlıca içtiği sigaranın dumanını bir bir aynı noktaya savuruyordu.

Derken ve zaman böylesine standardına uygun devam ederken odasını saran dumanın farkettirmesiyle başlayan bir yanlızlık serüveninde olduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya başlamış buldu kendini. Pencerenin ucuna yerleşip sokağını izlemeye başladı bir yandan düşünür ve bir yandan düşüncesinde kaybolurken...

17 Mart 2015 Salı



Anlamla bitişen tüm duygularım anlamsızlığa boyun eğiyor ve kalakalıyorum, gerçek apaçıkken kendini yalanlara inandıran insanları görünce. Giyilen zırhların parçalanmasını izliyorum gelip yeniden zayıf noktalar açık hedef olsun diye. Keşfedilmemiş dünyaların gizemle dopdolu serüvenleri önüne serilirken, bilinen dünyanın ezalı ve çetrefilli yollarını tekrar tekrar arşılamak neden ?

İnsan neden kendi katiline aşık olma gafletine düşer. Ne istenebilir ki dünyanın yavaş yavaş dönüşlerinden. Ne istenebilir ki bırakıp giden ve ardına bakmaya dahi tenezzül etmeyenden. Aşk acısı denen şeyim güzel taraflarına bakan gözler hangi canlıya verilmiş ki özene bezene aranıyor. İnsanın kedine acımasızlığı tanrıdan mı geliyor. Tanrı psikopat olabilir mi? Bile bile insanın kendi canını defalarca yakmasını isteyebilir mi? Süpheler içerisinde sıra sıra dimağımı darmadağın eden sorulara cevap aramaya çalışmak aslolan eziyet değilmidir.

Kendini kurtarmayı bilmemek insanoğluna yakışmıyor. Dibe doğru inişini kurtuluş zannediyor. Güzel ve iyi olan şey tam gözünün önünde dururken kendini uzaklara bakmaya adıyor ve gelecek diyor. Oysa ki kimsenin geleceği yok pirince giderken evimizden oluyoruz da farkına dahi varmıyoruz. Kinimizi kusuyoruz sonra neden kimse beni uyarmadı diye. Uyarılara algıları kapatınca insanın duyamayacağı anlamıyoruz.

Derin derin bakıyoruz ardından gözlerinin tam içerisine doğru ve içimizde filizleniyor ateş tohumu, anlayıp anlattığımız her şeyin gerçek olduğunu görüyoruz ve müdahale edemiyoruz. Artık kadere razı olmak zamanı, ihanetin kadar büyüktür öfkelerimin boyutu. Kaçamaklar hanesinde olmayan ismin birer birer tüm listelerimden silinmekte ve farkedemeyeceğin şiddette düşeceksin kendi gözlerinden acıyan canınla kalınca en sonunda düşüncelerimi duyacaksın rüzgar çığlığıyla kulaklarında

Ve sonra... sonrasında anlam kazanıcak herşey yaşayıp görülecekler...

16 Mart 2015 Pazartesi



Ağırlığı giderek artıyor üzerine bina edilen telaş ve yakarışın. Korkuları bir bir ele geçiriyor ruhunun derin katmanlarını. Karanlığa teslim olmuş dar sokağında yüreğinin, yavaş adımlarla aşkı aramaya yeltenen adamın sis bulutları ardında ki özğürlüğü görmesi an meselesi. Çan ve ezan seslerine karışık dumanların kapladığı gökyüzünün altında yaşam mücadelesi vermeye başlamadan hemen evvel yitirilen dostlukları aklına geldikçe ağlamamaya yeminli göz pınarları isyanın eşiğindeydi. Karanlık her şeyi gizler diye düşünmesi yeminini bozmasına yetmedi. Usul usul fısıldamaya başladı titrek dallarına ağaçların, yıldız ışıkları sızıyordu aralarında aydınlatmaya yetmiyordu fakat katranlaşan yürekleri. Masumane duygular geliyordu aklına anbean fakat yükselemiyordu içinde ki çocuksu duygular derken karanlık fısıldamaya başladı. Ağaçların aksine siddet ve hiddet doluydu sözleri bir rüzgarın şiddetli kırbaç salvoları gibi.

Yürümeye devam etti rüzgara, karanlığa ve çocuk düşlerine aldırmadan. Ayaklarına takılan umut kırıntılarının üzerine basa basa devam ediyordu çıkmaza ve koyu sisin içerisine doğru. Sesler, fısıltılar ve daha binlerce hissiyat kaplamaya yetmiyordu amaçsız düşüncelerini. Ani bir ürperişle durdu tam ortasında yolun şaşırdı deli düşler, donakaldı sisin kapladığı ağaçlar, fısıltılar yok oldu aniden... Etrafına göz gezdirdi adam boş boş bakınarak ve de şaşkınlık içerisinde. Bembeyaz etrafı yumuşak minderli odada olduğunu farketti üzerinde özensizce giydirilmiş bir deli gömleği...