... Işıksız bir günün mutsuz akşamıydı o gece. Hatırlamazsın, bunun yazıldığının dahi farkında değilsin. Tutsak bir geceye yelken açmıştık, o zaman aklımdan çıkmayacakmışcasına kilitlenmişti bana. Kapıdan girişini duyar gibiyim, İçeriye doğru yavaş adımlarla süzüldün. Masamda boş bakışlarla oturuyordum ta ki gözlerim senin gözlerinle buluşana dek. Alevlerle yanan bir çift kuyu gibi bana bakıyordu içime, o en hayvani en yaşamsal bölgeme. Bir saldelye çektin tahta parkeleri gıcırdata gıcırdata, hiç huyun olmadığı halde tersten oturdun sandalyeye, kollarını bağladın ve bacaklarnı sarkıttın o an Afrodid çıkıp gelse yunan dağlarından o denli şehvetle oturamazdı yada Diana gelseydi Romadan o denli güzel duramazdı.
Bakışlarınla başlamıştı herşey hiç konuşmadık. Dudaklarım dudaklarınla birleşinceye dek hareket bile etmedik. Seni izlemek bile yetiyordu basit olan insanoğluna. Giydiğin kırmızı elbise bacaklarından yukarıya doğru seni okşarken bile kanım çekiliyordu. Bir anda o kıvrak vucudunun bir insanoğlunun yapamayacağı kadar kıvrıldığını ve benim sandalyeme geldiğini hatırlıyorum, geriye kalan ayrıntılar fasa fiso. Saçlarının göğsüme değdiğini hissettim, ateşim artıyordu ve o an emindim ki senin ateşinin de eksik yanı yoktu. Yavaşça ve tadı çıkarılır bir vaziyette gömleğimin düğmelerini çözmen gerekirken sen bir çırpıda aceleci olmadan fakat şehvetin doruklarında olabilecek bir sertlikle gömleğimi parçaladın. O an bacaklarımda hissettiğim vucudunun ağırlığı hafiflemekte ve boynunun en ücra köşelerine kadar sürdüğün parfümünün kokusu burmunda egemenliğini ilan etmekteydi. Başımı tuttun ve boynuna dayadın. En izzetli adamın bile dayanamayacağı bir güzellikten kendimi mahrum etmedim dudaklarım boynunda alevlendi ve giderek artan sıcaklıkla nefesimiz camları buğuladı.
Ellerin göğsümden kayıyordu tıpkı elbiseni omuzlarından aşağı kaydırdığım gibi. Vucutlarımızda ki tüm ölü hücreler o an can buldu ve birleşmek için kendilerini parçaladı. Biz ise aceleci olmadan birbirimizi sonlara götürmeye başladık. Dudakların göğsümde dolaşıyor ellerim ise göğüslerinde dile geliyordu sanki. Duyarşızlaşmıştım artık hangi vucut benim hangisi senin ayırt edemiyordum. Seni kucakladım dudaklarım dudaklarını tadarken ufak kanepede bulduk birbirimizi çırılçıplaktık, cennetteymişiz gibi. Oysa o ateş sadece cehennemlikti.
Nefesim gitgide hızlanırken seninde beni okşaman o denli artıyordu artık kafeslerine sığmayan iki kuş gibi çırpınıyorduk. Zaman, mekan ya da hikayelerde ve romanlarda olması gereken ne varsa kaybolmuştu sadece sen ve ben vardık. Hızlanıyorduk kızıl saçlarının her sağ sol darbesinde biraz daha hayvanlaşıyorduk. İnsanlığımızı soyutlayıp iki ilkel canlı gibi birbirimizle sevişiyorduk tüm duygulardan arınmış saf bir şehvetle. Terim bacaklarından akıyordu, bense sırtından terini içiyordum kana kana, günlerce susuz kalmış bir çöl bedevisi gibi. Nihayi bitime ramak kala çığlıklarımız yankılanıyordu odanın kubbesinde artık ikimizde aynı olmazdık birbirine içiçe karışmış iki bedenin buluşmasını yaşayan ve masum olmayan ruhlardık...
Herşey yıllar kadar uzundu fakat gidiğin çok ani, çantanı aldın rujunu tazeledin ve çıkıp gittin. Buğulu camlara elinle yazdığın hoşçakal bile su olup akmaya başladı. İşte o an zaman yılları kovalasa o kadar cabuk geçmezdi ve o an beni öldürseydin bu kadar canım acımazdı belki.
Umudum ve hayalim sadece seninle daha fazla sevişmekti...